
Tarih bize bazı toplum, halk ya da ulusların kendi ihmalkarlıkları ya da katılıklarından dolayı zayıflıklarını kabul etmediklerinde büyümelerini geciktirdiğini hatırlatır. Aşağılanmaktan korkan ya da aşağılık kompleksinden acı çeken topluluklar, zayıflıklarını saklayarak ya da bunlar aslında şahane özelliklermiş gibi davranarak zayıflıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar.
Böyle bir toplum ya da halk, kendi kıyametine doğru yol alıyordur. Bir insan veya toplum, kusur ve zayıflıklarını gizleyerek değil; onların üstesinden gelerek arınır. Dinler, insanların hata ve zayıflıkları için bir kefaret sistemi sunar; ancak Upanishhad'lara göre aynı hatayı tekrarlamamaya karar vermekten daha iyi bir kefaret sistemi yoktur.
Bir kefaret, sadece tövbe etmeye indirgenmemelidir. Tövbe etmek, bir hatanın düzeltilmesine yönelik ilk adımdır. Kişinin hatasını anlamasına ve bu tür hataları tekrar tekrar yapmanın iyi olmadığına dair zihnini ikna etmesine yardımcı olur. İkinci adım sevgi dolu, anlayışlı ve şefkatli insanların önünde zayıflığını itiraf etmektir. Bu ikinci adımı atan kişi, suçluluk duygusundan, korkularından ve kendi kendini kınamasından özgürleşir ve böylece irade gücünü geri kazanır. Karamsarlık duygu durumundan kurtulur ve neşesini yeniden var eder. Üçüncü adım, kararlılığının gücünü hatırlamak, zihnini bu tür hatalardan vazgeçmesi için dönüştürmek ve olumlu eylemlerde bulunmayı taahhüt etmektir. Psikoloji bu duruma rehabilite etmek (re-education) diyor, oysa spiritüellik dilinde buna kendini dönüştürme denir.
Kendini dönüştürme yolunda yürüyen kişi, kendi egoizminin farkında olmalıdır. Doğruluk, şiddetsizlik gibi pek çok büyük erdemleri deneyimledikten sonra bile hala egosunu besleyebilir. Spiritüel alanlarla ilişkili ego, kişinin dünyevi başarısıyla ilgili egosundan daha üstü kapalı ve zarar vericidir. Biri özenle pratikleri uygulayarak, zihnin konsantrasyon haline ulaşabilir, doğruyu konuşabilir, başkalarına hizmet edebilir, ancak kişi egosunu yüksek benliğine teslim etmedikçe hakikati idrak edemez. Bir insan hedefine çok yakın olabilir, ancak kendisi ile hedefi arasında var olan egoizm duvarı yüzünden, kendi krallığına yabancı kalır. Egosantrik farkındalığın üzerine çıktıktan sonra evreni kendi içinde bulur ve kendini evrenin içerisinde… Ancak o zaman herkesi ve her şeyi sever ve hiçbirini dışlamaz. Kendi türünü sevemeyen, Tanrı’yı hiç sevemez.
Bir insan kendi içsel potansiyelini ortaya çıkaramaz ve kullanamazsa perişan olur. Kendisi zayıf olduğu için, çok arzulamasına rağmen başkalarına yardım ve hizmet edemez. İçindeki potansiyeli keşfetmesi için egosunu arındırmalı ya da yüksek Hakikate teslim etmelidir. Egonun köleliğinden feragat ettikten sonra, bedenin, duyuların ve zihninin sınırlarından çıkar. Kesintisiz meditasyon ve tefekkür uygulamasıyla bir gün ayrımcılığın ötesine geçerek aydınlığa ulaşır. Ayrımcılığın ışığıyla aydınlanmış olarak, ebedi kalbinin karanlığına girer. Tüm hayatın ayrımcılık ve inancın gücüyle sürdüğünü, eylemlerini bunların rehberliğinde gerçekleştirdiğini fark eder. Bu iki ilke, ayrımcılık ve inanç, gözler önüne serilmediği sürece, hiç kimse zihninin alt alanlarının ve egosunun üstüne çıkamaz. Doğru eylemlerini spontane bir şekilde ayırt edemez ve tüm kalbiyle eylemlerini sergileyemez. Daha yüksek gerçekliğe noksansız bir inanç olmadan, kendi anksiyetesinden ve güvensizliğinden özgürlüğe ulaşamaz. Ayrımsama ve inanç olmadan eylemlerini gerçekleştirebilir, ama sürekli şüphe içinde yaşar. Bundan dolayı kendini dönüştürmenin en önemli adımı, egoyu parçalamak, onu yüksek gerçekliğe teslim etmek ve böylece ayrımsamanın ve saf inancın ışığına ulaşmaktır. Bu adım tamamlandığında düşüncelerinde, konuşmalarında ve eylemlerinde herhangi bir çelişki olmayacaktır.
İnsanlık, egodan kaynaklanan farklılık ve eşitsizlikten muzdariptir. Bugün insanlar, basitçe ırk, kast, din veya ten rengi üzerinden kendi kardeşlerine yönelik ayrımcılık yapıyorlar. Bu sorunlardan kurtulmak için politik çözümler tek başına yeterli değil. Tüm insanlar acılarının egodan kaynaklandığını anladıklarında tüm farklılıklarını ortadan kaldıracaklar. Irk, kast, din ve mezhep duygularının yarattığı sınırlarını bir kenara atacaklar. Kendilerini belirli bir grup veya toplulukla özdeşleştirip tanımlamak yerine, kendilerini insan olarak tanımlayacaklar. İşte o zaman, herkesi kendi aile üyeleri gibi sevecekler. Başkalarının mutluluğu için kendi haklarından feragat etmekten keyif alacaklar. İnsanlar, başkalarının duygu ve haklarına kendilerininkinden daha fazla saygı gösterecekler. Hızlı bir şekilde, kendi içsel ve dışsal çatışmalarını da ortadan kaldıracaklar.
Sonsuz hayat akışında yüzen insan, sayısız yaşam formundan geçer. Mütemadiyen süren yolculuğunda sayısız şekil ve isme bürünür. Ölüm ve doğumun kapılarından geçerek gelir ve gider ve böylelikle çeşitli türlerin deneyiminlerini elde eder. Kişinin irade, kararlılık, düşünce gibi yetilere sahip olduğu insan formunda doğmasının ne kadar sürdüğünü kimse bilmez. Yaşam akışı, tüm doğum ve ölümlerin deneyimleri ve reaksiyonları ile doludur. Ölüm ve doğum sonsuz bir döngü gibidir. İnsan doğduktan sonra ölümün kucağına, öldükten sonra da doğumun kucağına gider. Bu süreç, bilgiye ulaşıncaya ve en yüksek Hakikat ışığında gerçek kimliğini idrak edinceye kadar devam eder. Ayrımcılığın gücüyle, kendisinden ayrı bir benliğin yokluğunun farkına varır ve böylece acı ve ızdıraptan kendini kurtarır. İnsan, kendisine ayırt etme kudretini veren tanrıya şükretmelidir. Bilincin merkezi, kendiliğinden parlak en yüksek Hakikat’tir. Akıl, ayırt etme yetisini bilincin tam merkezinden alır. İnsan, ayrımcılığı en iyi şekilde kullanarak, bir korkusuzluk haline ulaşır.
Bir insan, ancak dışarıdaki hayatını doğru bir şekilde düzene soktuktan sonra aklını ve kalbini arındırabilir. Dış dünyada dağılmış bir zihnin, hayatın amacını düşünecek vakti yoktur. Çelişkili duygularla dengesizleşmiş bir kalpte özverili sevgiye, şefkate ve hizmete yer olamaz. İnsan, kendisi ve başkaları için huzurlu bir ortam yaratabilecek şekilde ailesine, topluma ve topluluğa uyum sağlamayı öğrenmelidir. Tüm sosyal, ahlaki ve etik yasalar, toplumda barış ve uyumu tesis etmek ve sürdürmek içindir. Bir insan bu yasalara saygı duymalı ve kişisel hedeflerini, başkalarının hedeflerini rahatsız etmeyecek şekilde uyarlamalıdır. Bir insan, sevgiyi kendi merkezi odağında tutarsa, başkalarının refahını zedelemeden kişisel hedefilerine ulaşabilir. Bir insan her şeyi severek; şiddetsizlik, doğruluk, sahiplenme arzusundan özgürleşmek, gönül ferahlığı gibi diğer tüm büyük erdemleri pratik etmiş olur. Sevgi ve olumsuzluk bir arada var olamaz. Herkesi sevmek insanın kalbini arındırır. Bunun sonucu olarak kişinin bilinci genişler. Sevgi anlayışını yeniden tanımlar, sadece insanları sevmek yerine tüm yaratılış sevgi alanına akar. Sevgi ipliği, tüm çeşitlilikleri, ikililiğin olmadığı birleştirici bir bilinçte kaynaştırır. Kişi herkesi severek evrensel ruhu, Tanrı’yı sever. Ulu aşk ortaya çıktıkça çatışmalar, farklılıklar, nefret, kıskançlık ve bencillik nihayetinde ortadan kaybolur. Her şeyi seven, bu evreni kutsal İlahi Gücün bir tezahürü olarak gören kişi, ikililiğin olmadığı mutlak Hakikatin bilgisine ulaşır. Evreni, kendisinin ayrıntılandırılması (elaboration) olarak idrak eder.
İnsanoğlu, eğer ki aile kurumu ve toplum sağlam temellere sahipse hayatın en büyük nimetini elde eder. İnsanlar, ailelerinin ve içinde doğup büyüdüğü toplumsal çevrenin etkisinden kaçamazlar. Çevre, ailenin ve toplumun tüm üyeleri tarafından oluşturulur. Ailevi ve sosyal değerleri yeniden yapılandırmak ve insan gelişimine olanak sağlayan nitelikte bir değişim getirmek için kollektif bir çaba ve genel farkındalık gerekir.
Çalmamak ve sahiplenmemek, hem ailede hem de toplumda huzurlu bir ortam sağlamamamıza yardımcı olan iki büyük erdemdir. İnsanlar başkalarının düşünce ve duygularına saygı duymayı öğrenmeliler. Başkalarının haklarına kendi haklarından daha duyarlı olmalılar. Çocuklarının, kardeşlerinin, eşlerinin, arkadaşlarının ve komşularının haklarını korumaya çalışmalılar. Kendi haklarını analiz edebilmeli ama asla diğerlerinin haklarına tecavüz etmemeliler. Sağlıklı bir toplumun polis tarafından korunmasına gerek yoktur. Yasa ve düzen, isteyerek; sevgiyle ve tam bir anlayışla kabul edilip sürdürülmelidir. Sağlıklı toplumlar, taahhütlerin kendilerinin iyiliği için olduğunu bildiğinden, emirlere ihtiyaç duymazlar. Böylesine gelişmiş bir toplumun insanları birbirlerini önemser ve yardım ederler. Kişisel zevklerini feda ederek başkalarını mutlu etme cesaretine sahiplerdir. Onlar, özverili hizmet yolunun tadını çıkaranlardır. Herkes başkalarının cömertliğinden, sevgisinden, şefkatinden ve bilgeliğinden faydalanır. Bu gelişmiş toplumun üyeleri, pek fazla zihni dağıtacak şeylerle ve kargaşa ile karşılaşmadan yaşamın amacına ulaşırlar. Özgürlük ve aydınlanmayı doğuştan hakları olarak görürler. Böyle bir toplumda doğup büyüdüğü için korku ve güvensizlikten kurtulurlar. Böylesine gelişmiş bir topluma ve aydınlatıcı bir aile ortamına sahip olmadığımız sürece, maalesef ki kolektif mutluluk için umut yoktur.
Kişisel mutluluğa ancak uzun ve yorucu bir çabadan sonra ulaşılabilir.
Yazan : Swami Rama
Çeviren : Şükran Karaduman
Kaynakça: https://www.gurudwaraashram.com/hakkimizda/spiritual-rehberlerimiz/swami-rama-dan/259-kollektif-mutluluk