Ruhsal hayatın anlam ve yöntemini değerlendirmeye “ruhsal” teriminin anlamını tanımlamakla başlamak iyi olacaktır. Bu konuda önemli ölçüde belirsizlik söz konusudur. “Ruh” (spirit) ve “Nefs”ten (soul) birbirlerinin yerine geçebilen terimlermişçesine söz edildiğini işitiyoruz.

İnsanlar sanki “ruh” ve “nefs” şeklindeki iki kelimenin kesin ve farklı anlamları yokmuş gibi “bedenimiz ve nefsimiz” veya “bedenimiz ve ruhumuz” var derler. Doğal olarak bu kelimeler açıkça anlaşılmıyorlarsa “ruhsal hayat” terimi de kafa karışıklığı yaratmaya devam edecektir.

Teosofi, hem bilinç hem de onun tezahürünü sağlayan araçlar bakımından insanın yapısını net bir şekilde ayırır. “Ruh” kelimesi evrenin en yüksek düzlemlerinde tezahür eden bizdeki ilahilikle ilişkilidir ve birlik bilinciyle ayırt edilir. Birlik, ruhun ana notudur, çünkü aşağıdaki ruhsal alem tümüyle bölünmedir. Ruhsaldan entelektüel olana geçtiğimizde kendimizi bir anda ayrılığın ortasında buluruz.

Birlik ve Ruh

Nefs kelimesinin kendisine tahsis edilmesi gereken entelektüel doğamızla ilişkilendirildiğinde ilişkilendirildiğinde bunun ayrılık ilkesi olduğunu hemen fark ederiz. Entelektüel doğamızın gelişiminde “Ben”in ayrılığının bilincine gittikçe daha fazla varırız. Bazen ona bizdeki “Ben-lik” denir. Ayrı bir varoluşa, ayrı bir mülkiyete, ayrı kazanç ve kayıplara dair tüm fikirlerimizi ortaya çıkaran da odur.

Akıl (Intellect) da ruh kadar bizim parçamızdır, sadece farklı bir parçamızdır ve ruhsal doğanın antitezidir. Çünkü aklın “Ben” ve “Benim”i gördüğü yerde ruh, ayrılığın mevcut olmadığını ve birliği görür; aklın kendini geliştirmeye ve kendisini müstakil olarak öne sürmeye çabaladığı yerde ruh kendisini her şeyde müşahede eder ve tüm formları eşit derecede kendisine ait kabul eder.

Dünya dinlerinin büyük gizemlerinin tamamı ruhsal doğaya yöneliktir, çünkü sıradan insan için bu bir gizemdir. Hıristiyanların Kefaret dedikleri şey tamamen ruhsal doğaya aittir ve kendimizi müstakil, diğerlerinden ayrı akıllar olarak düşündüğümüz sürece asla anlaşılmaz. Çünkü Kefaretin özü her yerde tek olan ve şu ya da bu forma kendisini aktarabilen ruhsal doğanın gerçeğinde yatmaktadır. Ruhsal doğanın bu gerçeği anlaşılmadığı ve akıl ayrı kabul edildiği için büyük ruhsal doktrin, bir bireyin diğer bireyleri ikamesine dönüştürülmüştür.  Kefaretin, iradesiyle kendisini herhangi bir forma aktarabilen her yere nüfuz eden ruh tarafından biçimlendirildiği kabul edilmemiştir.

Ruh, kendisinde birlik hissiyatının yer aldığı, öncelikle Tanrı ile bir olduğumuz ayrıca evrende mevcut her şeyle bir olunan insani doğanın bir parçasıdır. Tüm bu âlemin Tanrı ile örtülü olduğu ifadesiyle söze başlayan çok eski bir Upanişad, bu geniş, her yere nüfuz eden, her şeyin birliği hakkında söz etmeye devam eder ve bir sevinç çığlığı atar: “Birliği bilen kişi için hüzün neye dönüşür, yanılgı neye dönüşür?” Varoluşun kalbindeki bu birlik hissiyatı ruhsal bilincin şahididir ve ancak bu idrak edildiğinde ruhsal yaşamın tezahür etmesi mümkün olur. Teknik terimlerin hiçbir önemi bulunmamaktadır ve binlerce yıldır insani ve diğer bilinçlerin her aşamasına farklı bir isim veren Sanskrit dilinden alınmıştır.  

Bu birlik alameti, ruhsal doğanın bir işareti olarak kabul edebileceğimiz bir şeydir. Eski bir Doğu kitabına göre “Her şeyde Tek Benliği, Benlik’te her şeyi müşahede eden kişi gerçekten herşeyi müşahede eder.” Diğer her şey körlüktür. Ayrılık hissiyatı tekâmül için gerekli olsa da aslında bir hatadır. Ayrılık sadece gövdeden çıkan bir dala benzer, ağacın yaşamsal birliği her dala aktarılır ve onların tümünü bir kılar. Ruhun bilinci olan birlik işte bu bilinçtir.  

Hristiyanlıkta birlik duygusu Mesih'te kişileştirilmiştir. Hâlâ Mesih ve Baba'nın ayrı olduğu ilk aşama, "benim değil, senin iraden olsun" ifadesinde olduğu gibi her iki iradenin iç içe geçtiği noktadır. İkinci aşama, birlik sezgisinin hissedildiği yerdir: "Ben ve Babam biriz." Ruhsal yaşamın bu tezahüründe, Hıristiyan kutsal metinlerinin en derin ilhamının altında yatan ideale erişiriz ve Hıristiyan sembolünü kullanarak ifade edecek olursak yalnızca "Mesih insanda doğar" sözünün işaret ettiği aşamada gerçek ruhsal hayat başlar.

  Bazı Mektuplarda[2] bu hususa çok güçlü bir şekilde işaret edilmişti. Aziz Pavlus, dinsizlere veya putperestlere değil, Hıristiyanlara yazmıştı. Mensup edinmenin bu son zamanlara göre çok daha zor olduğu bir zamanda vaftiz edilmiş Kilise mensubu olarak tanınan kişilere mektup yazmıştı. Pavlus onlara, "Siz ruhani değilsiniz, dünyevisiniz" diyordu. Onları böyle görmesinin sebebi, "Aranızda ayrılıklar olduğunu işitiyorum." Ruhsal hayatın hâkim olduğu yerde, ayrılık değil uyum keşfedilir.

Ruhsal hayatın ikinci büyük aşamasına, diğer tüm büyük dünya kutsal kitaplarında olduğu gibi, Hıristiyan kutsal metinlerinde de dikkat çekilmiştir, son geldiğinde, Oğul Mesih'te biraraya gelen her şeyin daha da ötesinde Baba'da bir araya geldiği söylenir ve "Tanrı her şeyde her şey olacaktır." Bu durumda Oğul ve Baba'nın bu kısmi ayrılığı bile ortadan kalkar ve yüce birlik söz konusu olur. İster Upanişadları, ister Bhagavad Gita'yı, ister Yeni Ahit'i okuyalım, manevi hayatın anlamı ve doğası bakımından kendimizi tamamen aynı atmosferin içinde buluruz: birliği bilen o birliğin içinde tamamlanır.

Şimdi aramıza engeller koyan aklın mesafeliliğine karşın bu bizim için mümkündür, çünkü biz, doğamızın özü gereği ilahiyiz. İnsan yaşamının bütün güzelliği ve gücünün bağlı olduğu büyük gerçeklik budur. Bir halkın tanrısal olduğuna inanması ya da doğası gereği günahkar, sefil ve alçaltılmış oldukları şeklindeki bir zehaba kapılmış olması hiç de azımsanacak bir şey değildir. Bizim temelde ve özünde ilahi olmayıp kötü olduğumuz şeklindeki doğru olmayan bir şeyin sürekli tekrarı göz önüne alınırsa ilerleme için hiçbir şey bu kadar ölümcül, içsel doğanın gelişimi için hiçbir şey bu kadar cesaret kırıcı olamaz. Bu, hayatın tam kalbindeki bir zehirdir; gerçekten de insanın üzerinden zor atacağı bir etiketle onu damgalar. En aşağı ve en alçaltılmışlara bile, ilahi bir insan doğasının kıymetinin gömüldüğü çamurdan çıkmalarını sağlayacak bir içsel kıymet hissiyatını kazandırmak istiyorsak, onlara kalplerinde kötülük değil fazileti barındıran asli bir ilahiliğin bizzat kendileri olduklarını söylemeliyiz. Çünkü salt bunu yapmamızla orantılı olarak, içlerinde ruhun hafif kıpırtıları olacak ve onu o kadar kaplayacak ki sıradan yaşamlarında bunun farkında bile olmayacaklardır. Din vaizlerinin başkalarından daha hayati bir görevi varsa, o da onlara kulak veren herkesin kendi içlerindeki İlâhi kıpırtıları hissetmelerini vesile olmalarıdır.   

Ruhsal Doğanın Tezahürü

Herkese kalbinde bu şekliyle ilahi bir varlık olarak bakınca şunu sormaya başlarız: Eğer ruhun ve ruhsal yaşamın anlamı buysa, onu açığa çıkarmanın yöntemi nedir? Bahsedildiği gibi ilk adım, insanların buna inanmasını sağlamak, insan kalbinin ilk günah hakkında "çaresizce kötü" olduğu hakkında söylenen her şeyi bir kenara bırakmaktır. Cehalet dışında asli günah[3] yoktur ve hepimiz bunun içinde doğarız. Bize bilgelik kazandıran deneyimle yavaş yavaş büyümek zorundayız. Bu başlangıç noktasıdır, çünkü bilinçli birlik duygusu zirvedir. Ruhsal hayatın yöntemi, her zaman hayatın özünde olduğu gibi gerçekte de kendini göstermesini sağlayan şeydir. İçsel İlahiliğimiz – bunun aksi bir doktrin tarafından çok uzun süredir gölgede bırakılan tüm kiliselere yaymak istediğimiz ilham verici düşünce budur. Kendimizin ilahi olduğuna inandığımızda, içsel doğamızı tasdik etmeye çalışırız.

Şimdi, tam anlamıyla ruhsal hayat yönteminin, aramızdaki en az gelişmiş olanlara uygulanamayacağını açıkça kabul ediyorum. Onlar için ilk ders o kadim derstir, "Kötülük yapmayı bırak." En sevdiğim Upanişadlardan biri, kişinin Benliği (Self), içindeki Tanrı'yı arayıp bulabileceği adımlardan bahseder. İlk adımın "Kötülük yapmayı bırakmak" olduğu söylenir. Ruhani hayata doğru atılan ilk adım, atılması gereken temel budur. İkinci adım ise aktiftir: "doğruyu yapmak." Bu, sıradan oldukları için daha az doğru oldukları anlamına gelmemektedir. Her yerde gereklidirler ve kötülük terk edilene ve iyilik kucaklanana kadar tekrarlanmalıdırlar. Kişi bu adımları tamamlamadığı sürece ruhsal hayat başlayamaz.

Daha sonraki basamaklara gelince, tembel, akılsız, adanmışlıktan uzak kimsenin Benliği bulmaktan mahrum kalacağı yazılıdır. Ve yine denilir ki, "Benlik, bilgiyle veya adanmayla değil, adanmayla ilişkili bilgiyle bulunur." Bunlar bizi ruhsal âleme yükselten iki kanattır.

Dünyanın çeşitli kutsal kitaplarında bizi dar kadim Yola sevkeden bu geniş hatları doldurmaya yönelik bir yığın ayrıntı bulabiliriz. Ancak şu anda özel olarak ihtiyaç duyulan şey, dünyada –ailevi bağlar ve her türlü meşguliyetlerle kayıtlı- halen hayatta olan insanların gerçek ruhsallıkta mesafe katetmelerini güvence altına alabilecekleri bir ruhsal hayata eriştiren bir yoldur.

Dünyanın farklı dinlerinde, dünya hayatı ile ruhani hayat arasına bir ayrım çizgisi çekme yönünde belli bir eğilim olmuştur. Ancak gerçek olan bu çizgi çoğu zaman yanlış anlaşılır ve yanlış yorumlanır. Bu ayrımın koşullarla irtibatlı olduğu düşünülür oysa tavırlara bağlıdır – bu derin bir farktır ve bizim için hayati derecede önemi bulunmaktadır. Bu yanlış anlama sebebiyle, her yaştan kadın ve erkek, Kutsalı keşfetmek adına dünyevi hayatı terk etti. "Dünya" dedikleri şeyden vazgeçerek ruhani hayatın güvence altına alınabileceğini hayal ederek çöle, ormana ve mağaraya, dağa ve ıssız ovaya çıktılar. Ancak Tanrı her yere nüfuz ediyorsa, Tanrısallık çölde olduğu kadar pazar yerinde, ormanda olduğu kadar bankada, ıssız dağda olduğu kadar mahkemede, ücra yerlerde olduğu kadar insanların uğrak yerlerinde de olmalıdır. Daha zayıf ruhların, insanlığın kargaşasından uzak, her yeri kaplayan yaşamı daha kolay hissedebildikleri doğrudur, ancak bu, ruhaniliğin değil, zayıflığın bir işaretidir. Manevi hayatı ararken yalnızlığı isteyenler  güçlüler, kahramanlar, savaşçılar değildir.

Yine de yalnız yaşamanın da bir yeri vardır ve çoğu zaman bir erkek ya da kadın ıssız bir yere çekilir ve orada ömür boyu yalnız yaşar. Ama bu asla nihai ve en yüce hayat biçimi değildir; Mesih'in yeryüzünde sürdürdüğü yaşam bu değildir. Böyle bir hayat bazen insanı, başka türlü koparabilecek kadar güçlü olmadığı bağları koparmaya hazırlar. İnsanlar savaşamayacakları için uzaklaşır; yüzleşemeyeceklerinden kaçınırlar. Bu genellikle akıllıca bir politikadır ve kolayca ayartılan herkes için, ayartmadan kaçınmak iyi bir tavsiyedir.

Ancak ruhsal hayatın hakiki kahramanları hiçbir yerden ve hiçbir kimseden kaçınmazlar. Giysilerini kirletmekten korkmazlar, çünkü onlar kirletilemeyecek kumaştan dokunmuşlardır. Yalnız bir hayat geçirenler, dünya hayatını sürdürmek için tekrar geri dönecekler ve ıssız yerlerde öğrendikleri tarafsızlık dersi, sıradan hayata döndüklerinde onlara çok yardımcı olacaktır. Kurtuluş, ruhun özgürleşmesi, insanın ilahileşmesinin alameti olan Tanrıyla bilinçli bir birlik yani son fetihe ormanda veya çölde değil, dünyada erişilir.

Eylemin Meyvesinden Vazgeçmek

Ruhsal hayat yavaş yavaş kazanılır ve ruhun dersleri bu dünyada öğrenilir - ama bir şartla. Bu durum iki aşamayı kapsar: Birincisi, yapılması gereken her şeyi görevimiz olduğu için yaparız. Ruhsal hayat belirmeye başlarken, tüm eylemlerimizin belirli bir sonuç için değil, onları yerine getirme görevimiz olduğu için yapılması gerektiğini kabul ederiz. Söylenmesi kolay ama başarılması ne kadar zor birşeydir bu! Ruhsal olmak için hayatımızda herhangi bir şeyi değil hayata karşı tutumumuzu değiştirmeliyiz. Hayattan bir şey istemeyi bırakmalı ve yaptığımız her şeyi ona sunmalıyız, çünkü bu bizim görevimizdir.

Şimdi bu yaşam anlayışı, birliğin idrakine yönelik ilk büyük adımdır. Eğer sadece tek bir büyük Hayat varsa, eğer her birimiz sadece bu Hayatın bir ifadesiysek, o zaman tüm faaliyetimiz basitçe o Hayatın içimizdeki işleyişinden ibarettir ve neticeleri ayrı, müstakil bir  benlik tarafından değil, müşterek Yaşam tarafından alınır. Gita'da meyve için çalışmaktan vazgeçmekle kastedilen budur -çünkü meyve eylemin olağan sonucudur.

Bu tavsiye sadece ruhani bir hayat sürdürmek isteyenler içindir, çünkü insanların içlerinde daha güçlü bir güdü ortaya çıkana kadar kendilerine, karşılık beklemeden faaliyete teşvik eden eylemin meyvesi için çalışmaktan vazgeçmeleri tavsiye edilmez. Faaliyette bulunmalıyız. Bu, tekâmülün yoludur. Faaliyet olmadan tekâmül edemeyiz; çaba ve mücadele olmaksızın hayatın durgun sularında yüzüyor ve nehir boyunca ilerleyemiyoruz. Faaliyet ilerlemenin yasasıdır; uygulamada bulundukça, içimize yeni yaşam akar. Bu nedenle tembel olanın Benliği asla bulamayacağı yazılmıştır. Tembel ve hareketsiz kimseler ruhsal hayata yönelmeye bile başlamamışlardır.

Sıradan insanlar için eylemin ardındaki güdü, anlaşılabileceği üzere bir şekilde meyveden zevk almaktır. Bu, Tanrı'nın dünyayı tekâmül yoluyla sevk etme biçimidir. Önümüze ödüller serilir. Ödüllerin peşinden koşarız ve çabalarken güçlerimizi geliştiririz. Ancak ödülü aldığımızda, elimizde parçalara ayrılır - her zaman. İnsan hayatına bakarsak bunun sürekli tekrarlandığını görürüz. Para arzular, milyonlar kazanırsınız. Milyonların ortasında insanı boğan bir hoşnutsuzluk sizi ele geçirir; kullanamadığın zenginlikten usanırsın. Şöhret için çabalarsın ve onu kazanırsın ve sonra ona “geçip giden bir ses, uçsuz bucaksız bir denizde kaybolmak” dersin. Güç için çabalarsın ve onu elinde tuttuğunda güç yavanlaşır, bıkar ve hayal kırıklığına uğrarsın. Aynı fâsit daire her zaman tekrarlanır durur.

Bunlar, Baba'nın çocuklarını kendilerini zorlamaya teşvik etmek için uzattığı oyuncaklardır. Çocukların kalbini kazanmak için kendisini oyuncağın içine gizler; çünkü Tanrı'nın hayatı dışında hiçbir yerde güzellik ve cazibe yoktur. Ama oyuncağa sımsıkı sarılınca hayat onu terk eder; elde ufalanır ve hayal kırıklığına uğrarız. Çünkü değer, sahip olmakta zaferden sonraki aylaklıkta değil, mücadelede, elde etmek için güç sarf etmektedir. Böylelikle tekâmül ederiz ve bu zevklerin, cazibe güçlerini yitirene kadar, bizi çaba ve mücadeleye teşviki sürdürmeleri yerinde olacaktır.

Ancak ruh kıpırdanmaya ve kendi tezahürünü aramaya başladığında, ödüller cazibe güçlerini yitirirler. Meyvenin yerini motive edici güç olarak görev alır. Ve sonra Tek Büyük Hayatın bir parçası olarak görev adına emek sarfederiz ve meyve adına çalışanların bütün enerjisiyle hatta belki daha da fazlasıyla çalışırız. İnsanlığın iyiliği için büyük bir plan üzerinde çalışabilen ve yıllarca emek harcadıktan sonra bunun önlerinde parçalandığını gören ve buna razı olanlar ruhsal yaşam yolunda oldukça mesafe kat etmişlerdir. Bu imkansız mı görünüyor? Hayatı anladığımızda ve onun birliğini hissettiğimizde değil, zira bu bilinçte insani iyilik için harcanan hiçbir çaba boşa gitmez, hiçbir iyi iş akamete uğramaz. Eserin içinde somutlaştığı biçim parçalanabilir ama hayat baki kalır.

Böyle bir motivasyon, ruhsal hayatın dışında duranları bile harekete geçirebilir. Bazı büyük savaş kampanyalarında, büyük bir ordu tek bir amaç için mücadele ettiğinde, bazen kelimelerin başarı ve başarısızlığın anlamlarını değiştirdiğini göz önünde tutun. Küçük bir asker grubu ümitsiz, imkânsız olan bu görevi başarması için gönderilebilir. Bir komutan itaat etmenin imkânsız olduğunu bildiği, belki de savaş topuyla dolu bir yamacı elde etmek gibi bir emir alabilir. Tepenin zirvesine ele geçirmeden birliğinin büyük kısmının yok edileceğini ve o yere ayak bastığında ise tümüyle yok edileceğini bilir. Generaline güvenen ve adamlarına önderlik eden sadık asker için hiçbir şey farketmez. Tereddüt etmez; komutayı sadece komutanının güveninin, savaşacak kadar güçlü görüldüğünün ve kaçınılmaz olarak başarısız olduğunun bir kanıtı olarak görür. Ama son adam öldüğünde ve ortalıkta sadece cesetler kaldığında başarısız mı olmuş olurlar? Çatışmanın sadece küçük bir bölümünü görmüş olanlara öyle görünür. Ancak düşmanın dikkatini çekerken, zaferi sağlayan diğer hareketler gözden kaçmıştır. Minnettar bir millet, fethedenlere şükran abidesini diktiğinde, yoldaşlarının zaferini mümkün kılmakta başarısız olanların isimleri de onur listesinde yer alacaktır.

Ruhsal olan kimseler için de durum buna benzerdir. Planın başarısız olamayacağını biliyorlar. Savaşın sonunda zaferle taçlandırılması gerektiğini biliyorlar. Birliği idrak edenler için bu küçük parçanın başarısızlık olarak damgalanmasının bir önemi bulunmamaktadır. Bu, uğruna emek harcadıkları gerçek hedefleri olan insanın kurtuluşuna yönelik büyük planın zaferini mümkün kılmıştır. Orada büyük bir kurum inşa etmek için burada başarılı olmaya çalışmıyorlar; insanlığın kurtuluşu için çalışıyorlardı. İşin kendilerine düşen kısmının formu paramparça olsa da hayat ilerliyor ve başarılı oluyor.

Görev adına çalışmakla kastedilen, tüm hayatı nispeten kolaylaştıran da işte budur. Hayatı sakin, güçlü, tarafsız ve kararlı kılar, çünkü görev adına çalışanlar yaptıkları hiçbir şeye tutunmazlar. Görev bir kez sona erdiğinde artık onunla ilgilenmezler. Başarıya ya da başarısızlığa dünyanın baktığı gibi bakmayı bırakırlar, çünkü içlerindeki Hayatın hedefine doğru ilerlediğini bilirler. Eylemdeki huzurun sırrı budur. Başarı için çalışanlar hep dertlidir, hep kaygılıdır, hep güçlerini tartar, şanslarını ve olasılıklarını hesap ederler. Ancak başarıyı değil, sadece görevi önemseyen kişiler, İlahi bir güçle çalışırlar ve hedefleri her zaman nettir.

İlahilik İçin Kanallar Olarak Eylemde Bulunmak

İlk büyük adım budur. Ondan pay almak için hatırlamamız gereken bir sır var: Her şeyi sanki Büyük Güç bizim aracılığımızla yapıyormuş gibi yapmalıyız. Gita'da "eylem ortasında eylemsizlik" denen şey budur. Gerçekten dünyada iken ruhani hale gelenler için, tüm çalışmalarının ardında taşımaları gereken düşünce budur. Hayatın olağan işlerinde ruhun sırrını öğrenmek istiyorlarsa, avukatın veya yargıcın kalbindeki motivasyon ne olmalıdır? Kendilerini sadece ilahi adaletin vücut bulmuş halleri olarak görebilmelidirler. Bildiğimiz şekliyle, kusurlu ve yanlışlarla dolu kanunun ortasında bile, Tanrı’nın adaleti kendisini yeryüzünde üstün kılmak için çabalar. Hukuk mesleğinde ruhani olmak isteyenler, düşüncelerinin merkezinde her zaman şu görüşü bulundurmalıdırlar: "Ben dünyadaki adaletin ilahi eliyim ve bu nedenle yasaya uyuyorum"

Bütün alanlarda benzeri bir durum söz konusudur. Ticaret, dünyada geçim yollarından biri olarak İlahi Faaliyetin bir parçasıdır. Ticaretle uğraşanlar kendilerini ulusları bir araya getiren tedavüldeki yaşam akışının bir parçası olarak görmelidirler. Onlar dünyadaki ilahi tüccarlardır ve İlahi Faaliyet onlarda el ve ayak bulmalıdır. Ulusu yönetmeye ve yönlendirmeye katılan herkes de aynı zamanda İlâhi Hâkim’in temsilcileridir ve ancak ilahi hayatı bu yönüyle kendilerinde somutlaştırdıklarını idrak ettiklerine işlerini hakkıyla yerine getirirler.

Siyasi çekişmeleri ve politikacıların vizyonsuzluğunu düşündüğümüzde bu söylenilenlerin kulağa ne kadar tuhaf geldiğini biliyorum. Ancak yozlaşma, İlahi Huzurun/Mevcudiyetin (Presence) hakikatine halel getirmez ve her muktedirde veya muktedirin bir parçasında, İlahi Hâkim, ulusun asil, mutlu ve saf bir milli hayata sahip olması için tecessüm etmeyi ister. Hayatın her adımında yalnızca birkaç kişi ruhsal yaşamı sürdürmeye çabalasaydı, bireysel eylemin tüm meyvelerini bir kenara atarak, kendilerini yalnızca dünyadaki İlahi Faaliyetin birçok yönünün enkarnasyonları olarak görselerdi, dünya hayatı ne kadar güzel ve asil olurdu!

Ev hayatında da durum bir benzeridir. Eski bir Hindu kitabında Tanrı’nın tezahürü olan evrenin Logos'unun Büyük Ev sahibi olduğu söylenir. Her koca, kendisinin İlahi Ev Sahibinin vücut bulmuş hali olduğunu düşünmelidir. Karısı ve çocukları, onun rahatı veya keyfi için değil, kâmil bir insan, koca ve baba olarak İlahi Olan'ın tecessümü (embody) için vardır. Karı ve anne, kendisini Doğanın çocuklarının tüm ihtiyaçlarını kesintisiz olarak karşılayan, Doğanın diğer tarafının, maddenin tarafının, besleyicinin/nimet verenin enkarnasyonu olarak görmelidir. Herkesin büyük Babası ve Annesi nasıl dünyalarını koruyor ve besliyorsa, anne babalar da ruhsal hayatın büyümeye başladığı bir evde çocuklarına öyle davranırlar. Böylece tüm yaşam güzelleştirilebilir ve her erkek ve kadın, evde ve dünyada bir bereket olan ruhsal yaşamı sergilemeye başlar.

Vermenin Sevinci

Görev, görev uğruna yapıldığında atabileceğimiz ikinci büyük adım, göreve neşe katar – bu, Fedakarlık Yasasının yerine getirilmesidir. Bu en asil hayat görüşünde, kendimizi yalnızca dünyada faaliyet gösteren değil, herkesin yaşayabilmesi için kendini feda ettiği İlahi Hayat olarak görürüz. Çünkü, evrenin şafağının bir fedakarlık eylemi olduğu ve evrenin desteğinin, herşeye hayat veren, her yeri kaplayan Ruh'un sürekli fedakarlığı olduğu yazılmıştır. O yüce fedakarlığın kâinatın Hayatı olduğunu idrak ettiğimizde, ne kadar küçük olursa olsun kendimizi feda edip o büyük fedakarlıkta pay sahibi olmak ve dünyaların tekâmül ettiği fedâ edilen hayatın bir parçası olmak bir mutluluk kaynağıdır. "Birlik müşahede edildiği anda keder nerede, yanılgı nerede?" Ruhsal olanların neşesinin sırrı budur. Kendilerinin dışındaki her şeyi kaybederek iç dünyalarında her şeyi kazanırlar.

Sık sık söyledim ve bu doğru olmaya devam ediyor, biçimin hayatı almaktan ibaretken, ruhun hayatı vermekten ibarettir. Ruhsal Verici olarak Mesih'in, "Vermek almaktan daha büyük mutluluktur" demesini sağlayan da budur. Çünkü gerçekten vermenin sevincini bilenler, almanın sevincini arzu etmezler; Hayat dışarı akarken kalpte yükselen bitmez tükenmez neşenin pınarını bilirler. Çünkü İlahi Hayat içimize akabilseydi ve içimizde kalabilseydi, durgun, uyuşuk ve ölü olurdu. Ama İlahi Hayatın durmadan aktığı hayat, durgunlaşmaz ve usanmaz. Ne kadar çok akarsa o kadar çok alır.

Öyleyse vermekten korkmayalım. Ne kadar çok verirsek, hayatımız o kadar dolu olacaktır. Her şeyin verdikçe daha azaldığı ayrılıklar dünyasına kanmayalım. Altınım olsaydı, verdiğim her madeni parayla dükkânım küçülürdü, ama ruhla ilgili şeylerde durum böyle değil. Ne kadar çok verirsek, o kadar çok sahip oluruz; her verme eylemi bizi daha büyük bir hazneye dönüştürür. Bu yüzden boş, kuru, tükenmiş kalacağımızdan endişe etmemize gerek yok, çünkü Hayat, desteğiyle ve kaynaklarıyla bizimle bir. Hayatın bize ait olmadığını, güçlü bir birliğin parçası olduğumuzu anladığımızda, o zaman yaşamanın gerçek sevinci, kendi sonsuzluğunu bilen bir hayatın hakiki bahtiyarlığı çıkagelir. Bir zamanlar çok cazibedar olan dünyanın tüm küçük zevkleri, gerçek yaşamın görkeminde solup gider ve biz o büyük sözlerin anlamını bilmekteyiz: "Hayatını yitiren onu bulacaktır" ebedi yaşamla.

Yazan   : Annie Besant
Çeviren : Şafak Başkaya

 

 

[*] Tarafımızdan hazırlanan ve yakınlarda Ganzer Kitap yayınlarından çıkacak olan Kaynakları ve Doğasıyla Teosofi adlı derleme eserde yer alan Annie Besant’ın bir makalesidir. (ç.n)

[2] İncil’de geçen havarilerin ve özellikle de Aziz Pavlus’un gönderdiği mektuplar kastedilmektedir (ç.n)

[3] Besant, Hıristiyanlıktaki İnsanın Âdem’in işlediği ilk/asli günahla cennetten dünyaya atıldığını ve bu günahın yükünü nesillerin doğumlarından itibaren taşıdıkları ve ancak İsa ile kurtuluşa erebileceklerine dair inancı reddediyor. (ç.n)

Go to top