İslami evreni oluşturan tüm düşünce, gelenek ve inanç kollarından Tasavvuf (sufism), en dokunulmamış doktrinel, en sağlam İslami yönüyle onun merkezi bir şubesi olarak göze çarpmaktadır. Tasavvuf muhalifleri çoğunlukla onu İslam dışı bir kaynaktan türemiş olmakla itham eder, ancak çeşitli felsefe ve teoloji okullarının yakından incelenmesi ve Kuran ve hadiste sunulan “asli/ilksel” (primordial) İslam ile kıyaslanınca Sufilerin, Vahyin asli saflığına sıkı sıkıya irtibatlı merkeziyet iddiası doğrulanacaktır.
Aslında düşünce tarihi bağlamında Tasavvufun -her zaman Geleneğin kaynaklarına dönüşte ısrar eder- zaman zaman filozof ve teologların/kelamcıların aşırı akılcı faaliyetine pozitif ve sağlıklı bir tepki olarak işlev gördüğü düşünülebilir. Sufiler için ruhani/manevi bilgiye -Kesinliğe- giden yol, dikey/irfani (sapiential) bilgi (zevk, “tat”) ve kalbin doğrudan, dolaysız deneyimi olmaksızın, salt rasyonel veya saf entelektüel faaliyet süreciyle asla tanımlanamaz. Onların inanışına göre hakikat ancak kişinin tüm varlığıyla aranıp bulunabilir; onlar, bu Hakikati sadece bilmekle bile tatmin olmamışlardı. Hakikatle tam bir özdeşleşme üzerinde durdular: bilenin Bilinende veya bilginin Nesnesinde “geçip gitmesi”. Böylelikle dördüncü/onuncu yüzyıl Sufisi Hallac “Enel (Ben) Hakk(ım)” diye ilan etti (ve zahirci otoriteler tarafından bu sebeple şehit edildi), o, İslam’ın Hakikatin ağzından hakikati basitçe ifade etmekten başka bir şey olmayan “İlk İlkesini” yani Birlik (Tevhid) inancını ihlal etmiyordu. Sufilerin inancı buydu.
“Mistik” idrake ve dini doktrine iştirak eden bir anlayışa tam dâhil olmaktaki bu ısrar, Tasavvufu, diğer İslami düşünce okullarından keskin bir şekilde ayrıştırır. Esasen kendilerini İslamiyet’in hakiki özü olarak gören Sufiler sadece filozoflar ve kelamcılara (theologians) değil “sıradan” Müslümanlara bile aykırı görünürler. Özgünlükleri, farklılıkları, hayatlarının her alanında kendisini gösterir: gündelik faaliyetleri, ibadetleri, toplumsal ilişkileri hatta ifade araçları ve üsluplarıyla. Tüm Geleneklerdeki mistikler gibi onlar da kendi amaçları doğrultusunda bir dil ve biçim geliştirme eğilimdeydiler ve tüm Geleneksel medeniyetlerde olduğu gibi ifadelerinin taşıdığı güç ve doğrudanlık, dar anlamda mistisizmle doğrudan ilişkili olmayan diğer alanlara da yönelmeye ve onlara nüfuz etmeye eğilimi gösteriyordu, bunlar edebiyat, sanatlar ve zanaatlar ve benzerleri alanlardı.
Bu Dünyayı Ardında Bırakmak
Buddha kendi Yolunu insanın acı çektiği olgusu üzerine kurmuştu. İslam kendimizi içinde bulduğumuz temel duruma bir ölçüde farklı bir yorum getirir: bilincin sıradan durumunda insan, kelimenin tam anlamıyla uykudadır (Muhammed’in dediği gibi “ve öldüğünde uyanır”). O, ister haz duysun ister acı çeksin bir rüyada -fenomenal, yanıltıcı bir varoluş- yaşıyordur. Onun sadece alt benliği, “tensel nefsi” uyanıktır. Öyle hissediyor olsun ya da olmasın acınası durumdadır. Ancak potansiyel olarak durumu değişebilir, zira en nihayetinde insan aşağı benliğiyle özdeş değildir. (Çölde avlanırken yolunu kaybeden Belh Prensi İbrahim Ethem büyülü bir geyiğin peşine düşmüş, o da kendisine dönerek “Bunun için mi doğdun?” diye sormuştu). İnsanın otantik varlığı İlahi Olan’da ikamet eder; onun daha yüksek bir benliği vardır; o, ölmeden önce de mutluluğa erebilir (Peygamberin dediği şekliyle “Ölmeden önce ölün.”). Dünyanın ve benliğin sınırları ötesindeki yolculuğa, uçuşa, göçe yönelik çağrı gelir durur.
Uyanış
Dünya (“dünyevilik” anlamında, kendi negatifliği içindeki dünya, pozitif anlamdaki İlahi Tecelli veya ikon olarak dünya değil) kafesinde hapsedilmiş olan insan, sürgündedir ve kendi hakiki yuvasını unutmuştur. Misak’ın[1] kendisine düşen kısmını yerine getirmek, sözüne sâdık kalmak için uykudan uyanışa kadar Yol’a düşmesi gerekir. Tek bir adımdan daha fazlası olmayan bu Yol sadece seçilmiş bir avuç kimse içindir, yine de teoride ihtiyaç duyulan tek şey “geri dönmek” veya “derunu harice çıkarmak” ve ne ise o olmaktır. Çoğu tâlip için Yol uzundur; bir Sufi farklı aşamalardan oluşan “binbirden” (yoldan ç.n.) söz eder.
“Onun veçhi dışında herşey yok olur”; Yol’daki ilk adım insanın aşağı benliğinin lanetlendiği tozdan/topraktan mamul dünyanın beyhudeliği üzerinde tefekkür etmekle başlar. Tâlip kendi benliği dâhil her şeyi terk etmeli ve Ebedi olanı aramalıdır. O, şeylerden Hiçliğe, varoluştan Yokluğa seyahat etmelidir.
İnsan isteyerek nasıl kaybolur? Şimdiki durumumuz İlahi olanı -hakiki Benliği- unutmak ve dünyevi meşgaleleri ve düşük benliği anımsamaktır. Bunun tedavisi aksi istikamettedir: hakiki benliği, içimizdeki İlahi olanı hatırlamak ve diğer her şeye yönelik unutkanlıktır.
Tasavvufta bunun için temel teknik İlahi Varlıkla gizemli bir şekilde özdeş olan İlahi İsme yakarmak veya onu “hatırlamaktır” (zikr). Bu disiplin vasıtasıyla yönünü kaybetmiş zihnimizin parçaları bir araya getirilir, dışarıya yönelik dürtülerimiz içimize döner ve oraya teksif edilir (yani konsantrasyon ç.n.) Bu, sevgiliden başka hiçbir şeyi düşünmeyen âşığın hareketidir.
Yazan : Peter Lamborn Wilson (Hakim Bey)
Çeviren : Şafak Başkaya
[1] Yazar, Misak (Covenant) ifadesiyle tasavvufta “elest bezmi” denilen ve insanların henüz dünyaya gelmeden önce ruhen var oldukları ilahi bir mecliste Tanrı’ya verdikleri söze atıfta bulunmuştur.