Şu peri masalını bilir misiniz?

Issız bir ormanda yolunu kaybeden bir avcı, bitkin bir vaziyette azgın bir nehir kenarındaki bir kayanın üzerine oturmuş ormanın derinliklerindeki karanlığa gözünü diker ve bir ağaçkakanın ağacın kabuğuna gagasını vurarak çıkardığı seslere kulak verir. Avcının ruhu hüzünlenir.

“Tıpkı ormanda olduğu gibi hayatta da yalnızım” diye düşünür ve kendi kendine “çeşitli patikalarda yolumu kaybedeli uzun zaman oldu ve benim için bu amaçsız avareliklerden bir kurtuluş yolu da yok. Yalnızlık, azap ve yıkım! Niçin doğdum ve niçin bu ormana geldim ki? Tüm bu hayvanlar ve kuşları öldürmemin bana ne yararı oldu?” diyerek söylenir. İşte tam o sırada omuzuna bir el dokunur. Bir de bakar ki bir deri bir kemik, soluk, kurutulmuş keçiboynuzu [tsaregradskii struchok] veya kirli bir çizme derisi[1] gibi bir sureti olan yaşlı kambur bir acuze kadın –genellikle böylesi durumlarda ortaya çıkan türdedir -  ayakta durmakta. Somurtkan bakışlar, yarık çenesinden çıkan iki tutam gri kıl ve pahalı fakat paçavradan başka bir şey olmayan tamamen yıpranmış bir elbise.

“Dinle iyi genç evladım, bir tarafta saf bir cennet olan küçük bir kasaba var! Oraya vardığında tüm sıkıntılarını unutacaksın. Kişi asla kendi başına yolunu bulamaz, fakat ben seni doğrudan oraya götüreceğim, çünkü ben de o bölgeden geliyorum. Beni diğer kıyıya taşı yoksa zavallı ben bacaklarımı bile zor hareket ettirebiliyorken nehrin bu akıntısında nasıl olur da dengemi koruyabilirim? Bir ayağım zaten çukurda ve ooohh, o yüzden ölmek istemiyorum!”

Avcı iyi kalpli bir adamdır. Yaşlı kadının cennetvâri olan bu yere dair sözlerine tümüyle inanmamış da olsa genişleyen dereyi geçmek de pek işine gelmez ve yaşlı kadını taşımak da fazlasıyla… Yine de iyi niyetli bir bakış attığı kadın titreyerek öksürmeye başlar.

“Bu muhterem insanın henüz işi bitmiş değil!” diye düşünür, “Muhtemelen yüz yaşında olmalı ve zamanında ne kadar ağır yükleri sırtlanmış olsa gerek, onun için de acıya katlanmak lazım.”

“Peki nine, omuzlarıma çık, ama kemiklerini sertleştir yoksa parçalara ayrılır ve onları sudan toplayamazsın” Küçük yaşlı kadın avcının omuzlarına tırmanır ancak avcı, tıpkı tabuta bir ceset yüklemiş gibi omuzlarında dehşet bir ağırlık hisseder, zorlukla adım atar. “Eh” diye düşünür “sözümden dönmek utanç verici olur!” Suya adımını atar ve anında bunun o derece güç olmadığını ve her adımda giderek daha kolaylaştığını fark eder. Sonra hayal bile edilemeyen bazı efsunlar üzerinde tesirini göstermeye başlar. İleriye doğru yürümeye devam eder. Kıyıya çıktıklarında dönüp ardına bakınca ona sokulan yaşlı kadının yerine tarif edilemeyecek kadar güzel bir genç kız olduğunu görür. Kız kendisini memleketine götürür ve avcı da bir daha yalnızlıktan şikayet etmez, hayvanlara ve kuşlara zarar vermez ve ormanda bir yol aramayı bırakır.  

Herkes bu peri masalının şu veya bu versiyonunu biliyor ve ben de çocukluğumdan beri bu masalı biliyorum, ama şimdi bu peri masalının tümüyle masal dışı bir anlamı da içinde barındırdığını fark ediyorum. Tıpkı avcı gibi fâni, anlık metalar ve gelip geçici fantezilerin peşine düşen modern insan yaşamdaki hakiki yolunu yitirmiştir.  Yaşamın karanlık ve önlenemeyen akıntısı önündedir. Zaman tıpkı bir ağaçkakan gibi durmak bilmeyen bir şekilde kayıp anlara işaret edip durmaktadır. Melankoli ile yalnızlık ve ufkunda kasvet ve yıkım. Ancak ardındaki geleneğin kutsal bakiyesi de öylesine itici biçimlere bürünmüştür ki! Peki bundan çıkarılacak netice ne? Bırakın insan neye maruz kaldığını bir parça düşünsün, kendi yaşlılığına samimi, deruni bir dürtüyle hürmet göstersin, yaşın getirdiği zafiyete acısın, bu görünümden dolayı onu reddetmekten utansın. Bulutların ardındaki hayali perileri boşu boşuna incelemek yerine geçmişin bu kutsal yükünü tarihin mevcut akışına aktarmaya gayret etsin. Yanlış yönlendirilmiş avare gezintilerden yalnız başına çıkış yolu budur, yalnızdır çünkü diğer herkes yetersiz, kaba, profan olacaktır, muhterem olanın ise işi bitmemiştir!

Modern insan peri masallarına inanmıyor, çelimsiz yaşlı kadının güzel bir genç kıza dönüşeceğine inanmıyor. Çok daha iyisinin olacağına inanmıyor! Hakiki çaba ve özverili eylemlerle kazanılacak şeyler varken gelecekteki bir ödüle neden inanılsın ki? Eski bir mabedin geleceğine inanmayan insan, yine de onun geçmişini hatırlamalı. Neden çöküşüne duyduğumuz merhamet ve nankör olmanın utancıyla onun eskiliğine saygı duyulmuyor. Ne mutlu nehrin kenarında dururken yıpranmışlığın kırışıklıklarının ardındaki ölümsüz güzelliğin ışıltısını zaten gören inananlara.[2] Ancak gelecekteki bir dönüşüme inanmayanlar da beklenmedik bir neşeyle ondan istifade ederler. Biri veya diğeri için tek bir vazife vardır: antik çağların tüm yükünü üstlenip ilerlemek.

Geleceğin adamı, modern bir insan olmak istiyorsan baban Ankises’i ve üzerinde dumanı tüten harabelerdeki kabile tanrılarını unutma.[3] Onlar kendilerini İtalya’ya getirecek dindar bir kahramana ihtiyaç duyuyorlardı, ancak ona ve kabilesine hem İtalya’yı hem de dünya hâkimiyetini verebilecek olanlar da yine onlardı. Ama mabedimiz Truva’nınkinden daha güçlü ve yolumuz İtalya’nın ve dünyevi tüm bölgelerin çok daha uzağında. Koruyan korunur.[4] İlerlemenin sırrı da buradadır, öyle idi ve hep öyle olacak bir başkası değil.

Yazan    : Vladimir S. Soloviev
Çeviren : Şafak Başkaya


[1] Tsaregradskii struchok: keçiboynuzu, keçiboynuzu fasülyesi Aziz Yahya’nın ekmeği olarak da bilinen ceratonia siliqua; Hıristiyan geleneğinde Vaftizci Yahya’nın çöldeki beslenmesinin bir parçası.

[2] İncil’de Yuhanna bölümünde 20:29’da geçen “iman edenlere ne mutlu” ibaresinin biraz değiştirilmiş bir versiyonu.

[3] Ankises (Anchises): Truva yanarken cezasını çeken “dindar kahraman” Aeneas’ın babası.   

[4] Bu ifade Timoti’ye 1.Mektup 4:16’yı andırmaktadır. Ayet şu şekildedir: “Kendine ve öğretine dikkat et, bu yolda yürümeye devam et. Çünkü bunu yapmakla hem kendini hem seni dinleyenleri kurtaracaksın.”

Go to top