Yazan      : İnayet Han
Çevirmen : Şafak Başkaya 

 
Tüm dünyada herkes tarafından bilinen anlamıyla din denen şey akidelerdir. Dünyada çok sayıda din değil çok sayıda akide bulunmaktadır. Peki akide ne anlama gelir? Akide dinin üzerini kaplayan bir örtü demektir. Tek bir din ve çok sayıda da örtü bulunmaktadır. Bu örtülerin her birinin bir ismi vardır: Hıristiyanlık, Buddhizm, Musevilik, İslam gibi isimlere sahip tüm bu örtüleri kaldırdığınızda tek bir dine ulaşırsınız ve bu din Sufi’nin dinidir.

Aynı zamanda bir Sufi herhangi bir dini topluluğu, akideyi veya belirli bir ibadet biçimini küçümsemez. Dünyanın çeşitlilik dünyası olduğunu söyler. Herkes farklı yiyecek, kıyafet ve ifade biçimini seçer. Bir inancın takipçilerinin neden diğer inançtan kimseleri kâfirler veya paganlar olarak görmesi gerekmektedir ki? Sufi hepimizin farklı isimler ve farklı biçimlerle tek bir dini izlediğini düşünür, fakat isimlerin ve biçimlerin ardında tek ve aynı ruh, tek ve aynı hakikat bulunur. Ortodoks din adamlarının kendi aralarında anlaşmazlığa düşmeleri, hatta kolej ve üniversitelerde öğrencilerin teoloji araştırmalarındaki ilgisizlikleri ne de acınası bir durumdur. İsviçre’de bir profesör bana “Dine dair birçok kitap okuduk. Ben bir teoloji profesörüydüm, fakat kolejde bize konuya derin bir ilgi duymadan, nötr olarak incelemede bulunmak öğretildi.”  Ama bu, insanları hiç de teşvik edecek bir tavır değil. Dine ve onu bize getiren Öğretmene ilgiyle, sempatiyle ve dostane bir tavırla yaklaşılmalıdır.

 Kitab-ı Mukaddes’i (Bible) gençliğimin ilk yıllarında incelemeye başlamıştım, Mesih ve Kitab-ı Mukaddes’e hürmetim herhangi bir Hıristiyan kadar hatta belki daha da fazladır. Benzeri bir şey tüm kutsal metinlere de yöneliktir. İnceleme ve okumalarınızın tümüne ilgi ve sempati duyuyorsanız bu metinler sizin için canlanır ve hakikate yönelik sevginiz sebebiyle size ilham veren, kendisinden istifade ettiğiniz bir şeye döner. Aynı hakikat tüm dinlerde müşterek olarak bulunur, ancak akademik inceleme onların birbirlerinden farklılık arz ettiği noktalara yöneliktir. Hıristiyanlığın Buddhizm’den, Museviliğin İslam’dan farklılık gösterdiği yerleri bilmekle daha fazla ilgilidirler. İlgileri müşterek noktalarımız ve sentez değil farklılıklara yöneliktir. Farklı inançların buluşma zemininde kutsal hac yerleri bulunur. Bu anlayışı Hindistan’da öğretmek adına iki nehrin birleştiği yere bir hac mekânı yapılmıştır. Bir nehrin olduğu yere kutsal denilmekteydi, fakat en kutsal yer iki nehrin birleşme noktasıydı. Benzer bir düşünce ekseninde din dediğimiz İlahi Bilgeliğin her akıntısı da kutsaldır, fakat en kutsalı iki akıntının birleştiği yerdir. Bunu fark ettiğimizde hakiki hac ziyaretini iç dünyamızda gerçekleştirmiş oluruz.

Şimdi dinin neden müteşekkil olduğu fikrine bir bakalım. Dinde ilk unsur Tanrı fikridir. Tanrı nedir? Bazıları “benim görüşüme göre Tanrı en yüksek Cennette, Yaratıcı, Son Günün Yargıcısı ve Bağışlayıcıdır” der. Diğer birisi “Benim görüşüm Tanrının her şey olduğu, soyut olduğu, her şeyin Tanrı olduğudur, her ne kadar kişisel bir Tanrı’ya inanılsa da ben böyle bir şeye inanmıyorum” der. Her ikisi bakış açısı hem haklı hem de haksızdır. Ötekinin bakış açısından bakarsa ikisi de haklı kendi bakış açısından bakarsa ikisi de haksızdır.  Her ikisi de Tanrı-idealine tek bir gözle bakar. Biri konuya sağ gözle diğeri sol gözle bakar. Eğer her ikisi de iki gözle konuya bakabilseler tam bir görüş mümkün olur. Elbette Tanrı’yı Kişisel bir Varlık fikriyle sınırlandırmak insan adına bir hatadır ve Tanrı’nın varlığını onunla ilgili kavramdan arındırmak için Mutlak Tanrı’ya inanan kişi de hatalıdır. Birilerinin dediği gibi “Tanrı’yı açıklamak Tanrı’yı tahtından indirmektir.” Tanrının soyut olduğu söylemi “Tanrı uzaydır, Tanrı zamandır” şeklinde ifade edilir. Peki uzayı sevebilir misiniz? Zamanı sevebilir misiniz? Sevilecek hiçbir şey yoktur. Güzel bir çiçek sizi uzaydan daha fazla cezbeder. Güzel bir müzik sizi zamandan daha fazla cezbeder. Bu yüzden soyut bir Tanrı’ya inanan kişinin salt inancı vardır fakat ondan istifade edemez. Soyut bir Tanrı'ya olduğu kadar hiçbir Tanrı'ya da inanılmayabilir de. Hatalı olmamakla birlikte işe yaramayacak şekilde bir haklılıktır bu.

Tanrı’ya inanan kişi için en çok tavsiye edilecek şey öncelikle kendi Tanrı kavramını inşa etmektir. Doğal olarak insan bilmediği bir şeye ilişkin bir kavram inşa edemez. Örneğin size asla görmediğiniz ve gördüğünüz herhangi bir kuşa da hiçbir şekilde benzemeyen bir kuş hayal edin demiş olsam kuşa ilkin kanat takar daha sonra başına bir öküz başı yerleştirir ve belki bir atın ayağını ve bir tavus kuşunun kuyruğunu hayal ederdiniz. Ancak görmediğiniz, bilmediğiniz herhangi bir biçimi hayal edemezsiniz. Zaten bildiğiniz bir biçimi zihninizde somutlaştırmak durumundasınızdır. Daha önce hiç görmediğiniz, bilmediğiniz bir şeyi tasavvur edemezsiniz. Ayrıca insan için en kolay ve en doğal şey kendi suretinde bir varlığı tasavvur etmektir. Bir insan perileri veya melekleri insan suretinde düşünür ve bu yüzden ideal Tanrı tasavvuru en yüksek ve en iyi biçimde bile olsa yine de en yüksek ve en iyi insani kişilik şeklinde olacaktır.[1] Bunda yanlış bir şey bulunmamaktadır. Tüm insanların yaptığı şey de budur. Tanrı insanın tasavvurundan çok daha yüce olsa da insan kudretinin sınırları haricinde bir Tanrı’yı tasavvur edemez. Bu yüzden herhangi bir insanın Tanrısı onun kendi tasavvurudur. Bu sebeple kişinin kendi tasavvurunu bir başkasına dayatması, onunla ilgili tartışması ve iddialaşması yararsız bir hareket olacaktır. Bir kişinin Tanrı’ya dair en iyi düşünme şekli kendisinin Tanrı’yı düşünebilme kapasitesi oranındadır.

Dinin diğer bir veçhesi Öğretmen idealidir. Birisi: “Benim öğretmenim dünyanın Kurtarıcısı, insanlığın Kurtarıcısıdır. Benim Öğretmenim ilahidir, benim Öğretmenim Tanrının ta kendisidir” der. Ona muhalefet etmeye hazır olan bir başkası bunun doğru olmadığını, hiç kimsenin ilahi olarak adlandırılamayacağı ve kimsenin dünyayı kurtaramayacağını herkesin kendisini kurtarması gerektiğini söyler Ancak konuya Sufi’nin bakış açısından bakacak olursanız Sufi’nin şöyle dediğini görürsünüz: “Bir kişinin hayranı olduğu, perestiş ettiği veya idealleştirdiği bir kimsede Tanrı’yı görmesinin ne zararı var? Her şeyden önce tüm bu tezahür Tanrı’nın tezahürüdür. Eğer kişi İlahi olanı belirli bir Öğretmende temaşa ederse bunda hiçbir yanlış bulunmaz. Onu kendisinin İlahi Öğretmeni olarak adlandırsın. Onu Kurtarıcı Öğretmeni olarak adlandırmayan kişi için bir üzüntü duymam.” Ayrıca hepimizin eylemlerinin kozmosun bütününde bir etkisi bulunmaktadır ve eğer asil bir zât, birilerince “Dünyanın Kurtarıcısı” olarak adlandırılıyorsa bu bir abartı değildir. Kötü bir nefs sahibi tüm kozmosa zarar verebilirken mukaddes bir nefs hayatındaki bir çok iyilikle dünyadaki her varlığa doğrudan veya dolaylı olarak dokunabilir, çünkü her bir nefs tüm kozmosla irtibatlıdır. Sufi için bu konuda tartışmaya herhangi bir mahal yoktur. Eğer bir Buddhist “Buddha benim Kurtarıcım”, bir Hıristiyan, Mesih ilahidir, bir Müslüman Muhammed Hatemü’n Nebiyyindir (Peygamberlerin Mührü), bir Hindu Krişna Tanrı’nın ifadesidir, derse Sufi de “Hepiniz haklısınız, her birinizin bireysel ve kolektif olarak bir ismi var. Benim İdealime sesleniyorsunuz. Tüm bu isimler benim İdealimin isimleridir.[2] Her birinizin kendi idealleri var. Tüm bu isimler benim İdealimin isimleridir. Ben Maşuğuma Krişna, Buddha, Mesih, Muhammed diye seslenirim. Bu yüzden tüm ideallerinizi severim çünkü benim idealim bir ve tektir.”[3]

Dindeki üçüncü unsura geliyoruz ve bu da ibadetin biçimidir. Belki bir dinde pek çok mum yakılır ve bu bir ibadet biçimidir. Bir başka dinde kilisede söylenmesine izin verilmeyen bir şarkı bile olabilir. Bir başka dinde Tanrı’nın adı anılır ve hareketlerle Rabbe dua edilir. Diğer bir dinde Buddha’nın heykeli barış işareti olarak sunağa koyulur. Bunlar kulluğun ifadeleridir. Batılı ülkelerde baş selamıyla Doğulu ülkelerde ise elleri kaldırarak insanların birbirlerini selamlaması gibi. Hisler benzer eylem farklıdır. Kişinin şu veya bu şekilde selamlaşmasının ne önemi var, hepsi eninde sonunda selamlaşma değil mi? Sufiler ardında hakiki bir yönelim olduğu sürece ifadenin ne olduğunun bir önemi olmadığını söylerler. Sufi için hepsi benzerdir.

Bir zamanlar İngiltere’den Amerika Birleşik Devletleri’ne seyahat ediyordum ve Pazar günü gemide gerçekleştirilen Protestan ayinine katıldığımda herkes benim Protestan olduğumu düşündü. Daha sonra Katolik ayini yapıldı ve ona gittiğimde insanlar bana Katolik mi Protestan mı olup olmadığımdan şüphelenerek bakmaya başladı. Daha sonra bir Musevi ayinindeydim ve oraya gittiğimde insanlar benim bir Rabbi olup olmadığımı, bu ayinlerin tamamına neden gittiğimi düşünmeye başladılar. Bu ayinlerden her biri benim için dini bir yönelimin bir ifadesiydi, benim için birbirlerinden farklı değillerdi. Farklılık yaratan biçim değil bizim duygumuzdur. Hissiyatımız doğru ise ister bir kilisede, ister çarşıda, yalın doğada veya evimizde olalım her zaman samimi bir yönelimi ifade edebiliriz. Bu yüzden Sufi’nin ibadet biçimi ibadetin tüm biçimleridir ve her bir biçimde dini yaşamdaki deneyim için asli olan yüceliği hisseder. [4]

Dinin bir başka veçhesi yasaklanan ve izin verilen ahlaki ve etik yaklaşımdır. Bir din şu yasak şu caiz derken bir diğeri başka bir şeyi, diğer bir din de daha başka bir şeyi söyler. Peki yasa bu mudur? Bu yasalar nereden doğar? Bu yasa Peygamberlerin ve yasa-koyucuların topluluklarının ihtiyaçlarından edindikleri bir anlayıştan ileri gelmektedir. Bu yüzden belki bir yasa-koyucu Suriye’de doğmuşken diğeri Arabistan’da bir diğeri Hindistan’da, bir başkası Çin’de doğmuş ve her biri kendi zamanındaki halkların farklı ihtiyaçlarının görmüşlerdir. Bu sebeple dini ilham sahiplerinin vermiş olduğu yasaları biraraya getirirsek, benim dinimin yasalarının daha iyi sizin dininizin yasaları kötü olduğundan kendi dinimin sizinkinden daha iyi sizinkinin ise kötü olduğunu söyleyerek üzerlerinde tartışırsak doğal olarak farklılaşacaklardır. Bunu yapmak aptalca bir şeydir. Eğer bir ulus “Bizim yasalarımız sizin yasalarınızdan daha iyi ve sizin yasalarınız bizimkinden daha kötü” dediğinde bunda bir anlam bulunmaz çünkü uluslar kendi yasalarını kendi ihtiyaçlarına göre yaparlar. Her ırkın, topluluğun ve halkın ihtiyaçları bazen farklılaşır. Yine de temel ilke bir ve aynıdır. Başkalarını düşünmek tüm dini yasaların köküdür. “Diğeriyle benzer bir durumdayım; eğer ötekine adaletsizce davranırsam bir başkasının da bana adaletsizce davranmaya hakkı olur. Benzer bir şeye maruz kalırım.” şeklinde düşünülmeli. İnsanda böyle bir düşünce uyandığında ve hemcinsi için de benzer bir şekilde sempati duymaya başladığında farklı yasalara dair sorun çıkarmaz, tartışmaz, iddialaşmaz.

Dostlar, yasanın en büyük ilham kaynağı sevgidir ve sevgisi olmayan kişi binlerce yasa kitabı okumuş da olsa her zaman hataları yüzünden başkalarını suçlayacak ve asla kendi hatalarını bilemeyecektir. Ancak kalbinizde sevgi uyanırsa yasayı inceleme ihtiyacı duymazsınız çünkü en iyi yasayı bilirsiniz, çünkü yasalar tümüyle sevgiden ileri gelir ve sevgi hâlâ yasanın üstündedir.

İnsanlar ahirette adaletin olacağını ve hepimiz eylemlerimizden dolayı hesap vereceğimizi söylerler. Her şeyden önce biz kendi eylemlerimizin hesabını tutmayı bilmiyoruz. Ayrıca Tanrı herkesin işlediği her küçük kötülüğün hesabını soracak kadar titiz ise insandan daha kötü olmalıdır, çünkü iyi bir insan bile arkadaşının hatalarını görmezden gelir, nazik bir insan bir kişinin hatalarını affeder. Eğer Tanrı bu kadar titizse otokrat bir Tanrı olmalıdır. Ancak bu doğru değil; Tanrı Yasa değil Sevgidir. Yasa, doğa yasasıdır, fakat Tanrı’nın Varlığı Yasa değil Sevgidir. Bu nedenle doğru yaşam anlayışı, doğru ile yanlış, iyi ile kötü arasında ayrıma dair kavrayış kitap çalışmalarıyla öğrenilmez ve öğretilmez. Sufi’nin dediği gibi: kalpte sevgi ve merhamet uyandığında tüm faziletler kendiliğinden zuhur ederler.   

Dinin diğer bir veçhesi kutsal mabetlerdir, insanlar kiliselere veya rahiplere veya din adamlarına veya belirli bir ibadet mekanına, tapınağa, pagodaya, cami veya sinagoga önem atfederler. Sufi için kutsal olan mekân değil onu o şekilde yapan inancımızdır ve eğer bir kişi o mekâna inanç besliyorsa bu ister bir sinagog, tapınak isterse kilise olsun kutsaldır ve oradan istifade edecektir. Aynı zamanda kutsallık bir evde değil, insanın inancında yer alır. Oysa dinden öğrenmemiz gereken tek bir şey vardır ve o da Hakikatin bilgisidir. Aynı zamanda Hakikat kelimelerle ifade edilemez. Hakikat öğrenilecek ve öğretilecek değil keşfedilecek bir şeydir. En büyük hata insanların olgu ile Hakikati birbirine karıştırmasıdır, bu yüzden ne Hakikati ne olguyu bilebilirler. Üstelik kendi hakikatlerinden fazlasıyla emin olan kimseler bu hakikati başkasının kafasına çakarlar ve şöyle derler: “İncinmene veya üzülmene aldırmıyorum, sadece sana hakikati söylüyorum.” Bu şekilde ötekinin kafasına çakılan hakikat Hakikat olamaz. O bir çekiçtir.  Hakikat fazlasıyla hassas, zarif, güzeldir. Hakikat bir kimseyi incitebilir mi? Hakikat bu kadar yoğun, kaba, keskin ve incitici olsaydı Hakikat olamazdı. Hakikat kelimelere aşkındır. Kelimeler Hakikati ifade edemeyecek kadar esneklikten yoksundur. Şefkat, nezaket, sempati, sevgi, minnettarlık gibi güzel duyguların bile üstündedir hakikat. Hakikat açıklanamaz. Hakikat her türlü duygunun, her türlü tutkunun üstündedir. Hakikat, kelimelere dökülemeyen bir idraktir, çünkü lisanın onu ifade edecek kelimeleri yoktur. Olgular nelerdir? Olgular Hakikatin gölgeleridir ve Hakikat yanılsaması üretirler. İnsanlar olgulara dair tartışırlar ve sonunda herhangi bir şey bulamazlar.

Ve şimdi soru şu, kişi Hakikate Din denilen şeyle ulaşabilir mi? Eğer doğru anlaşılırsa dinin tüm veçhelerinin kişinin Hakikate ulaşmasına yardım edeceğini söyleyebilirim. İlk veçhe Tanrıdır; Tanrı atlama taşı, Hakikate açılan bir anahtar gibidir ve kişi Tanrı idealinden uzaklaşır da Hakikati idrak etmeyi dilerse hayatında çok önemli bir şeyi ıskalar. Belirli bir Hakikat algısına ulaşabilir, fakat yine de yanlış yola sapmıştır; doğru yoldan başlamış olsa da ortalıklarda gezinir.     

İkinci husus idealleştirilen Öğretmenin düşüncesidir. Neden İlahi olana ilişkin yüksek bir anlayışa insanda sahip olmamız gerekiyor? Bu bir insanın sahip olabileceği en güzel şeydir ve kişi herhangi bir çağda, geçmişte yaşamış veya şimdiki zamanda yaşayan yüksek bir insan anlayışına sahip değilse hayatta çok şeyi ıskalıyordur. Yüksek bir ideale, kişinin ancak bir insanda tasavvur edebileceği bir ideale sahip olması ruhun bir ihtiyacıdır.

Size bu hususla ilgili küçük bir deneyimimi anlatacağım. Fabrikada çalışan bir kız vardı, öylesine dindardı ki Kitab-ı Mukaddes’i sürekli yanında taşırdı ve Mesih’in adı anıldığında gözlerinden yaşlar boşanırdı. Fabrikanın bilimsel kafaya sahip müdürü bir gün bu bilimden felsefeden anlamayan, basit ve dindar kızın yanına geldi. Ona: “Çok dindar görünüyorsun” dedi. Kız “Hayır, sadece benim için Mesih herşey. Tüm bildiğim de bu” dedi. Müdür: “Ama Mesih olarak doğmuş herhangi bir hiç olmadı; bak buraya bu kitap büyük bir din adamının kitabıdır.” Dedi ve ona gösterdi. Ona “Sen fanatik dindar denilen kimselerdensin. Dini bir mani (mania) seninkisi” dedi. Bu zavallı kız nerede olduğunu bilemez, neye inandığını neye inanmadığını bilemez hale geldi ve adeta bir sisin içinde kayboldu. Dini mani fikri! Maddi insanın dini yoktur ama sadece bilime inanır, bu insanın da bir manisi vardır. Maddi bir mani yok mudur? Pek çok insan için para her şeydir. Tüm hayatları boyunca sadece para kazanmayı bilirler. İşte bu bir manidir, maddi mani ki bu dini maniden de kötüdür. Dini mani ölümle son bulur fakat maddi mani onunla da şifa bulmaz. Maddi insanların anlayamadıkları şey kendilerinin maniden ızdırap çekmeleridir ve onlara kendileri hakkında birşeyler bilip bilmediklerini sorarsanız manilerinin farkında olmadığını keşfedersiniz. Herşeyi bilirler fakat kendi kendilerini bilmezler.

Bu kız da gün geldi yemekten içmekten kesildi; yiyemez ve uyuyamaz hale geldi. “Nerede olduğumu bilmiyorum. Hayatta inandığım, şevkle beklediğim tek şey benden alındı. Şimdi neye inanıp neye inanmayacağımı bilmiyorum” demeye başladı. Bu kızı bana getirdiler, kendisine “Bu bir manidir” diyen kişinin maddi bir mani içinde olduğunu söylediğimde dediklerimi anladı. Ona “Senin dindarlığının dışarıdaki tüm gerçeklerden çok daha büyük bir gerçekliğe sahip olduğu şüphesiz” dedim ve bunu anladı. Düşünce ve hisler dışarıda olan şeylerden çok daha gerçektir. Bu yüzden bir dine sadakatin nesnesi her zaman en rahatlatıcı şeydir.

İbadet biçimine gelince. Bir bedene sahibiz ve bu yüzden kendimizin de bir biçimi olduğundan biçim fikrini küçümseyemeyiz. Ayrıca yaşadığımız hayat da her ne kadar yanılsama da olsa tümüyle bir biçimdir. Ancak aynı zamanda onsuz yaşayamayız. Tüm maddi şeylerde biçime sahip olduğumuzdan neden duamızın da bir biçimine sahip olmayalım? Bunda hata olan bir durum bulunmamaktadır.

Dördüncü unsur ahlaki ilkedir. Hayatlarımızda şu veya bu ilkeye sahip olmamızın gerekmesi doğal bir durumdur. Hayatta fedakârlık yapabileceğimiz bazı ilkelere sahip olmalıyız.

Beşincisi Hakikatin idrakidir. Bu idrak Hakikatin ardına düştüğümüzde bizzat gelir, çünkü Hakikat bizim kendi Zâtımızdır. Zâtın idraki Hakikatin idrakidir.  

                        

[1] Sufi İbnü’l Arabi de Tanrı tasavvurunu ilah-ı mutekad (inanılan ilah) ibaresiyle sübjektifliğini ortaya koymuştur. Konuyla ilgili İbnü’l Arabi’nin iki ana eserini Türkçe’ye çeviren Ekrem Demirli’nin açıklamaları için bknz. İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, çeviri ve şerh Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2006, s.42, 294 ve özellikle 329-348. Fusûs şerhinde yeniden aktarılan makalenin aslı için bknz. Ekrem Demirli, Mesnevî’yi Fusûsu’l-Hikem’e Göre Yorumlamak: “İlâh-ı Mu’tekad” ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden Hikâyeler, Tasavvuf Dergisi, Sayı:14, 2005, s.347-364; Tanrı tasavvurunun sübjektifliğine atıfla bir başka Sufi Mahmud Şebüsteri eseri Gülşen-i Râz’da şunları söylemektedir: “Müslüman, puta tapmak nedir, bilseydi, dinin puta tapmaktan ibaret olduğunu anlardı. Müşrik de putun hakikatini bilseydi, hiç dininde yol azıtır, sapık olur muydu? O, putu ancak görünen bir suretten ibaret gördü de o sebeple şeriatta kâfir oldu. Sen de onda gizli olan hakikati, onda Hakk’ı görmezsen sana da şeriatta Müslüman demezler.” Kaynak bknz. Mahmûd-ı Şebüsterî, Gülşen-i Râz, çev. Abdülbâki Gölpınarlı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2011, s.167 (çev.)

[2] Sufi Hallac-ı Mansur’un da benzeri bir ifade kullanmıştır: “Bilesin ki, Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer dinler, sadece çeşitli sanlar ve farklı isimlerdir; fakat hepsinde maksat aynıdır, farklı değildir. Ben dinlerin ne olduğu konusunu çok düşündüm. Neticede gördüm ki, dinler, bir kökün çeşitli dallarıdır. Bir insandan, onu alışkanlıklarından alıkoyan ve bağlarından koparak bir din seçmesini talep etme. O zaten varlığın sebebini ve yüce gayelerin mânâsını kendisinin en iyi anladığı şekilde arayacaktır!” Annemarie Schimmel, Hallac: “Kurtarın Beni Tanrı’dan”, çev. G.Ahmetcan Asena, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2011, s.62 (çev.)

[3] Mevlana Celaleddin Rûmî, Mesnevisinde üzüm için kavgaya tutuşan dört kişinin hikayesini aktarır. Farklı dillerde işaret edilen meyvenin aynı meyve olduğunu anlamadıkları için aralarında çıkan tartışma aynı meyveye dört kişinin farklı isimler verdiği ama aslında hepsinin hedefinin aynı olduğundan bu dilleri bilen arif kişinin hepsinin hedefinin aynı olduğunu anlayıp tartışmaya son verebileceğini söyler. Mevlânâ, Mesnevi, çev. Veled İzbudak, MEB Yayınları, Cilt 2, 1995, s.283-284 (çev.)

[4] Mevlana Celaleddin Rûmî’nin oğlu ve halefi Sultan Veled eseri Maarif’de ibadet biçimlerinin farklılığına dair şunları ifade eder: “Eğer namaz ve tâ’at heman yalnız bu nakş-ı zâhir olaydı dükeli şerî’atler ve mezhepler ve revişler bir nakş ve bir sûret olmak iktizâ iderdi. Çünkü “O şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır” (Şuara 26/196) buyrıldı. Yani bu Kur’ân ve bu Şerî’at ki evvelden gelen peygamberlerün Şerî’at ve kitâblarıdur ki bu nakş ile ve bu suret ile ve bu tertîb ile olmamışdur.” Aktaran Hülya Küçük, Sultân Veled ve Maârif’i, Konya Büyükşehir Belediyesi, 2005, s.264 (çev.)

Go to top